Herkesin kendine
göre bir uyanma ritüeli var. Kimi derhal yüzünü yıkar, kimisinin eli hemen
sigara paketine uzanır, bazı insanlar ise çay demlemek üzere mutfağa yollanır.
1 Haziran sabahı ise, sanıyorum, bu üçünün dışında ortak bir ritüele sahip
olduk. Yastık kenarına sıkıştırılmış televizyon kumandasıyla ilk temasa. Halk
TV canlı yayınına dahil olmak adına. Ana akım medya şirin hayvanların
belgesellerini vererek olağanüstü şiddeti yok sayadursun, kimsenin
yönlendirmesine ihtiyacımız olmadığını çözmüştük bile. Uyanır uyanmaz nabız tutmak böyle bir şeydi.
“Ya hep beraber, ya hiçbirimiz” demeye başlamanın ilk getirisiydi bu. Ardından
Twitter aracılığı ile yürüyüşe başlanacak saatler incelenir, hangi güzergahtan
ve parka hangi açıdan ulaşmaya çalışılacağı tartışılırdı. Akaretler’de gözünü
açan biri olarak, tercihim hali hazırda duruyordu. Çoğunluğun ve o günün
kahramanı olacak çArşı grubunun seçeneği olan Osmanbey üzerinden gidilecekti
Gezi’ye…
Kitlesel bir
direniş içindeyseniz Cumartesi bulunmaz bir nimettir. Bütün gün sizin
önünüzdedir çünkü iş güç kaygısı, geç kalma korkusu yoktur. Sadece sokakta
değil, arka planında sosyal medyada da tüm korunma taktiklerine, gazla mücadele
yöntemlerine hızlıca aşina olabilirsiniz. Mesela o Cumartesi’nin en kritik
noktalarından biri eczanelerin açık olmasıydı ve sanıyorum kimsenin envai çeşit
ilaçla işi yoktu. Evde kalanlar solüsyonların nasıl hazırlanacağını araştırıp
pet şişe bulurken eczaneye gidenler asıl materyalin, Rennie, Talcid ya da
Gaviscon’un peşindeydi. Havuzda veyahut denizde takarız diye aldığımız deniz
gözlüklerinin dolaplardan tozlar içinde çıkartılması da “direniş ar-ge”sinin
bir ürünüydü. Herkes kendince savunma ekipmanını tedarik etmenin derdindeydi ve
bu sefer gündüz gözüyle yeşiline kurban olduğumuz parkı almaya gidecektik.
Üstelik çocuklar gibi şendik. Önceki geceden çıkan inanç, Türkiye’nin tüm
illerinde eylemlere, Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçen insanlara, korku duvarını
yıkmış ve siyaset üstü bir mücadeleye girişmiş milyonlara ön ayak oluyordu. Her
gün daha kalabalık oluyorduk. Biz her geçen saat daha bir beraberdik.
Müthiş bir insan
yığını… Maçka, Nişantaşı, Teşvikiye… Önceki gün gaz yemiş olmaya gerek yok
tedirgin olmak için. Devletin başındakiler gözünü savaş bürümüş kolluk
kuvvetine fiziksel ve ruhsal olarak nasıl bir “gaz” verdiyse, Nazım Hikmet’i
alan Haziran ayında ölmek hiç öyle şiirde olduğu gibi zor değil. Diktanın ve
faşizmin gücüne kendini inandırmış insan müsveddeleri için, parkı savunan
insanlar “can” değil çünkü. Kaçırdıkları ve her gün daha tahrik edici
açıklamalarla yangına körükle gittikleri gerçeği o karanlık zihinlerinde bir
soru işareti bile olamıyor henüz. Olacak mı, bilinmez. Ana akım medyanın kör,
sağır, dilsiz, aşağılık, haysiyetsiz yayın anlayışı ile sokak gözükmez, polise
attırdıkları gazlarla hayat yaşanmaz olur ve bir süre sonra unutulur diye
düşünüyorlar. Hayat kimilerine yaşanmaz olacak ve öldürecekler, onlar bunu
henüz bilmiyorlar. Katil olmakla yüzleşecekleri vakit de gelecek. Her şey
sırasıyla olacak. Şuan biz TRT Radyosu’nun önünde gaz yemeye geri dönelim.
Yoğun bir gaz
saldırısı var ve fakat insanlar geri gitmiyorlar. Tabii ileri de. Kolay değil,
ne ile karşılaşacağını kestirmek. Şiddete şiddetsiz karşı durmak her
babayiğidin harcı değil. Ama şiddete şiddetsiz karşı yürümek bazı
babayiğitlerin imzasıymış meğer. Üstelik maskesiz, gözlüksüz halde... Bir
tuhaflar. Korkusuz olmanın farklı bir boyutunu yaşıyorlar. Görüyorsun.
Peşlerine takılmak hayli cesaret isteyen bir iş ama sen de o güçle doluyorsun.
çArşı’dan bahsediyorum. Akaretler’den geliyorlar. Durmadan ve peşlerine
insanları ekleyerek yürüyorlar. Kimsenin ilerleyemediği polis-halk arası alanda
duraklama yapmadan adım adım gidiyorlar parka doğru. Düşüyorlar, kalkıyorlar,
düşenleri arkaya taşıyorlar ama durmuyorlar. Arkadaki insanlarda yoğun
tedirginlik… Bir mesafe oluyor, öndeki grup az sayıda, istedikleri tek şey safı
dağıtmadan herkesin yürümesi. “Biz halledeceğiz” diyorlar. Sonra kimileri
tekrar düşüyor. Onları başkaları kucakta yine arkaya taşıyor. İleri geri bir devinim
ama ekip hep yürüyor. Gerçekdışı bir manzara yaşanıyor. Poliste de aynı
şaşkınlığın olduğunu düşünüyorum. Yakın mesafeye gaz sayısını artırıyorlar. Değişen
bir şey olmuyor. İki Toma manevra yapamıyor, olduğu yere mıhlanmış, kalıyor.
Polis her saniye geriye gidiyor. “Çekilin” uyarısı mı geldi, yoksa mecburi bir
çekilme mi, orasını bilemem. Tesadüflere inanırım ama bu sefer pek inandığımı
söyleyemem. Devlet tarafında bir koordinasyonsuzluğun olduğu fazlasıyla ortada.
Polisin gazından, Toma’sından korkmayan insanlar şiddete şiddetle karşılık
vermeden parkı geri alıyor. Parkın içinde habersiz polisler var. Karşılarında
yüz binlerce insan. Ayıptır söylemesi, icabında direnişin de en trajikomiği
bizde olur. Dün geceki inanış ve uyanış çok sürmeden 1 Haziran öğleden sonrası
Gezi Parkı’nda ağaçların gölgesinde halaya dönüşüyor. Birbirini tanımayan
yığınla insan kurtarılmış parkta dans edip şarkı söylüyor. Artık polisin tüfeği
yok. Senin de korkmana gerek yok artık ey habitat! Burayı öyle güzel yapacağız
ki, asırdan fazladır ayakta duran koca ağaçlar bile “ömründe” böyle hikâye
görmemiş olacak.
Parkta nefis
günler göreceğiz de, şiddetle beslenenler boş durmuyorlar. Beşiktaş’ta
saldırının en şiddetlisi yaşanıyor. Gezi’deki halay devam ededursun, birçok
kişi koşarak Barbaros’a ve Akaretler’e geri dönüyor. Yaşadığımız sokağın önünde
barikatlar. Aşağıda polis. Ne gerek var, niye be arkadaşım? Direniş parkın
korunması biçiminde devam edecekken yine başlıyoruz gaz yemeye. İstihkak denen
bir şey var. Bu da boğaz, bu da ciğer… Ciğersizliğin lüzumu var mı? Maalesef ne
duruyorlar, ne doyuyorlar. Şiddet olabildiğince sürüyor gecenin karanlığında. O
an anlıyorum. Bu iş devam edecek. Bedenen gücüm elverdiğince sokakta kalıyorum.
Evin kapısını açıyoruz herkese. Evde başka insanlar varken tekrar çıkıyoruz.
Daha kötüsü yarın olacak aslında. Nerdesin aşkım? Burdayım aşkım. Ben biber
gazı müptelası oldum, ben direnmeye artık aşinayım. Benden şiddet bekleme çevik. Ben sadece “Her yer Taksim, her yer direniş” diye yırtınıyorum, fazlasını
yapmayacağım. Senin taktiklerini bilmiyorum. Ben bir tek bu slogana aşığım. Gelirseniz bekleriz, biz yarın yine
Akaretler’de olacağız. Kimimizin Gezi’de, kimimizin Gazi’de, kimimizin
Kızılay’da, kimimizin Gündoğdu’da olması gibi.
O sırada
türkülerle, şarkılarla yeşiline kurban olduğumuz Gezi uğruna bir canımız
gidiyor. Vuruyorlar Ethem’i. Göz göre göre, bile isteye vuruyorlar. Katiller
artık. Meseleyi bir iki ağaç olarak düşünmeyi seçen vicdansızlar, yeşil
direnişi siyaha boyuyorlar. Bir parkı kaybetmemek için çıkılan yolda onlar
vicdanlarını kaybediyorlar.
Fark etmez
kardeşim. Teker teker öldürmekse niyetiniz, çekinmeyiniz. Biz içimiz kan
ağlayarak da direniriz. Çünkü semt bizim, park bizim, aşk bizim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder