Yorgunum. İşten
çıktım ve fakat bin türlü sorun, dert, tasa arkamda. İş benim değil, şirket
benim değil, ama kurumsal da olsa sahipleniyor insan, başarısızlığa tahammülü
yok çünkü. En iyisini, en doğrusunu yapmak istiyor, böylece tüketiyor kısıtlı
enerjisini. Varsın olsun, bazı günler böyle de geçer, üstelik hava güzel, her
yer çiçek açmış, boğmuyor şehir; aslında kalabalığı boğar, kabalığı boğar,
trafiği boğar ama bir denizine, bir de nadir yeşilliğine inanmışsan devam
edersin hayatına. Her şeyin azı makbul derler ya, insanı çok olan şehirde
denize de yeşile de ulaşmak için mücadele etmen gerekir. Edersin, çünkü
yaşama sebebin haline gelmiştir bir süre sonra, kanıksamışsındır. Kiminin
gıptayla baktığı boğaza iki adım olmakla övünmek, aylar boyu gitmemeye nazaran
daha yüce bir duygu gibi gelir. Veyahut bir iki ağaç gölgesinde oturmayı
baharın uyanışı addedersin, elinde değil, yaşamayı öğrenmekle ilgili bir mesele
bu. Yaşadığın şehir bulunmaz bir nimettir zihinlerde lakin gel gör ki, yaşarken
öyle olmayabilir. Bunu çoktan beri bilirsin.
Derken bir
telefon; “dün niye gelmedin?” diye kızarak açılmış. Akşam mesaim yok, nereye
gitmeliydim ki, diye düşünmekten kendimi alamadım haliyle ve iş havliyle. “Gezi
parkı eylemini duymadın mı?” diye devam ediyor üstelik cevap bile veremediğim
halde karşımdaki azımsanmayacak sinir harbi; sanki bir sivil toplum örgütü
üyesiyim ya da şehir planlamada bilirkişiyim. “Elbette duydum ama gelmemin
zaruri olduğunu düşünmedim” diyecek oluyorum. “Öyle şey olmaz, hemen gel, bira
aldım, kitap da var, burası çok güzel, burada birlikte duralım, parkı
vermeyelim” diyor öte yakadan gelen ses. Kitap, bira, park… İstanbul’da
yaşıyorum ben; bana bu üç nimet aynı platformda sunulmuş, daha fazla neyi
düşünebilirim ki diye sorguluyorum. Sanmayın ki, bu sorgulama dakikalar
sürüyor; sadece iki üç saniye… Derhal yolculuk planımı yapıyorum ve uygulamaya
koyuyorum. Bu da bir zorluk sevgili okuyucu, İstanbul’da yaşıyorsan ve bir
parka gitmek istiyorsan, bunun için kendine bir güzergah çizmen gerekebilir.
Varsın, bu da olsun… Olabildiğince hızlı gidiyorum, karnımın açlığını
düşünmeden, düşüyorum parkın dehlizine. Kimi şarkı söylüyor, kimi kitap okuyor,
kimi kitap okuyanları dinliyor. Bir bienal, daha da ötesi bir festival ortamı.
Kimse kimseye bağırmıyor, küfür yok, anlayış sonsuz, paylaşım sınırsız; müzik
var, kitap var, sanat var. Gırla. Ağaç var, gölge var, rüzgar var serinleten
cinsten, insan var, insanlık var. Çiçeklerden gelen koku buram buram. Sponsor
bulsan böylesini sağlayamazsın, para ödesen bu kadarı olmaz, öyle nefis. Yemek
aklına bile gelmiyor, bir çeşit huzur tüm bedenini sarıyor, kendini akışa
bırakıyorsun. Saatler geçiyor, bu tandans değişmiyor, gelen-giden aynı vakayı
aynı huşu içinde sürdürüyor. Kimi genç, kimi orta halli… Kimi hali hazırda
sanatla uğraşıyor, kiminin hobisi… Öte tarafta polisler var. Bazılarıyla yemek
paylaşılmış, kimisiyle müzik dinlenmiş, birkaçıyla kitaplar ve yazarlar
hakkında konuşulmuş üstelik. Diyalog var. İletişim sağlıklı. Hala tek bir
bağırış ya da küfür yok. Olmaz da… Olamaz ki… O ortamda gittiğim an ile
ayrıldığım an arasında geçen yedi saatte gördüğüm her bir anı yad ederek,
anımsayarak söylüyorum, mümkün değil. Bahsettiğimin İstanbul’da pek mümkün
olmadığını, benim zihnimde yarattığım yalan bir tezahürün dışavurumu gibi geldiğini
düşünmek absürt değil, farkındayım bunun.
Akşam vakti
gittiğim mekandan üzülerek gecenin üçünde ayrılıyorum. Eve gitmek zorundayım,
ertesi sabah sekizde işe gitmeliyim zira. Biniyorum dolmuşa hayatımda hiç yaşamadığım
bir tuhaf huzurla, birkaç saat uyumak uğruna. Sabah aynı mutlulukla uyanmışken
gözüm haberlere takılıyor. Ayrıldığım ortamdan sadece iki saat sonra orada
bulunan ve günlerden beri konaklamakta olan insanlara, o konuştuğumuz, yemek
paylaştığımız, kitap okuduğumuz polisler saldırıyor. Anlamıyorum, çünkü tam
olarak burası absürt bu gecenin. Aklım almıyor, neden ve nasıl diyorum.
Arkadaşlarıma ulaşmaya çalışıyorum, ulaşamıyorum.
Ulaşamıyorum,
ulaşamıyorum, derken ulaşıyorum.
Tüm eşyaları
yanmış. Tek bir açıklama yapılmamış. Canını zor kurtarmış.
Ağlıyor,
“Madımak’la ilgili okuduklarım gibiydi” diyor. İnanamıyorum. Tazyikli su değil,
biber gazı yok, havaya ateş açmak gibi saçmalıkların esamesi okunmaz çünkü
hepsinin daha da ötesinde yakmak var, diri diri yakmaya çalışmak, içinde
insanlar uyurken insanlarla beraber yakmak… Absürt mü dediniz? Hayır; vahşet,
katliam ve daha nicesi…
Ben o Perşembe
akşamını hiç unutmuyorum. Ve o unutmadığım anıların ilki oluyor. Çünkü o akşam
olanlar, her şeyin çıkış noktası.
Milyonların niye
sokağa döküldüğünü tahayyül edebilmekten bile imtina eden canavarların ilk
rotası.
30 Mayıs’ı 31
Mayıs’a bağlayan gece. Birçok şey gibi, hatta belki de hepsinin en başında,
affedilmeyecek yanlışların başlangıcı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder