3.06.2016

Gezi Parkı Yazı Dizisi – 3 Haziran



Kaçta bitti gece, nasıl bitti, ne oldu da bitti; bunlar bir süre sonra yorgunluk nedeniyle hatırlanmaz oluyormuş meğer. İş, güç kaygısı yerini hayatta kalabilme gayesine bırakınca ne maddi sıkıntı, ne iş performansı, ne de yarın ne olacağı kalıyormuş zihinde. Geleceği endişeyle düşünen milyonlara “carpe diem!” dedirttiniz, anı yakalattınız ya; böyle bir motivasyonu isteseniz sağlayamazdınız. Milyonları bir yeşil uğruna, her gün arka çıktığınız kolluk kuvveti önünde, hala ve hala salt kendini savunmak adına, tüm çığırtkanlıklarınıza rağmen insanca reaksiyon verecek halde ayakta tutmanız sizin işiniz değil gerçi. O, bizi biz yapan birliktelik. Yüzyıllık ağaçların gölgesine hasret, sizin gri binalarınızı tiksintiyle izleyen bizlerin işi. Yüreğinde insanca yaşama isteğinden başka bir şey bulunmayan toplulukların sizin kirli ellerinizle kavga bile etmeden, yarışa girmeden, siyasi bir mecraya dönüşmeden temiz kalabilenlerin yapabileceği bir şey. O kadar uzaksınız ki anlamaya; alay edercesine tencere-tava diyebiliyor, yüzde 50’yi zor tutuyoruz diye galeyan peydahlıyor, kendi içinizde bile çelişkiler yumağında bir oraya, bir buraya sürükleniyorsunuz. Her şeyi başlatan ise, “planlanan” gezisine çıkıyor ülke yangın yerine dönmüşken iki cümlesiyle tüm süreci bitirmek yerine. Hatta sona erdirmek şöyle dursun; kendi bile inanmıyor ağzından çıkana, yaratılanı yaradandan ötürü sevebildiğine.

Plazalarda, sokaklarda, tüm Türkiye’de seferberliğin ifadesi 3 Haziran Pazartesi günü gözlerde tecelli buluyor. Birbirini tanımayan insanlar yorgun gözlerle anlaşıp selamlaşıyor narin tebessümler üzerinden. Kimi karşındakini aniden çıkaracak oluyor, “sen miydin dün gece yüzüme Gaviscon süren?” Senelerdir söylenegelen, sokakta kimsenin kimseye selam vermemesi durumu ya da bu kültürü ortadan kaldıran tekinsizlik hissiyatı artık yok sanki. Direnişin idrakını yapabilen gönüller için herkes herkesle dostmuş gibi... Tabii bu huşu ve bitkinlik içindeki hal, akşama kadar kimsenin iş yapmamasına sebep olmuyor değil. Telefonda zar zor açılabilen Twitter, bilgisayar başında o site, bu sayfa derken herkes neler olduğunu takip etme, akşamı üç aşağı beş yukarı kestirebilme derdinde. Öte yandan plazalardan taşanlar, Doğuş binası önünde, salağa yatmış yanın anlayışından dolayı NTV’ye “satılmış medya istemiyoruz” diye bağırıyorlar. İstememek bir tercih tabii, satılmış olmayı kabul etmek de. Artık o nasıl bir mideyse...

Üniversitelerde öğrenciler sınav iptali nedeniyle eylemler düzenlerken, Ankara’da Güvenpark’ta sessizce toplaşan liseli gençleri gazlayarak bir öğleden sonra ısınması yapıyor kolluk kuvveti. Aslında bunun için poligonları var, orada talim yapabilirler ama dönem nasıl olsa kim vurdu bile değil, onlar adına “ben vurdum” diyebilme dönemi; tadını çıkarıyorlar. Aynı kadraja muhtelemen farkında olmadan bir simitçi alıyor foto muhabiri; insanın “işte tam olarak kastettiğimiz bu” diyesi geliyor içinden onurlu yaşamaya dair. Akşama planım Beşiktaş sakin kalırsa Gezi’nin tadını çıkarmak. İşten çıkar çıkmaz koşarak parka gideceğim. Yatacağım çimin üstüne, Akaretler’deki hadiseler yüzünden bir türlü doyamadığım yeşilin her tonuna bırakacağım kendimi. Yaşadıklarımı aklıma ve kalbime mıhlayacağım sessizce. Bu anıların ve anların değerini ömür boyu bileceğime dair kendi kendime antlar içeceğim.

Gezi Parkı festivalinde kütüphanemiz, yemeklerimiz, yeni dostluklarımız var. Burunları gıdıklayan ince bir gaz kokusu, ara sıra kulakları dikleştiren bomba sesi dışında biz parkta fena değiliz. Çok yorulduk ama be kardeşim, bugün de bırakın, dinlenelim. Eş zamanlı olarak, Gündoğdu Meydanı takdir-e şayan bir kalabalığa ev sahipliği yapıyor. Ankara’da daha fazlası Dikmen’de, Kuğulu’da yürürken polis Kolej’de çok sert tepki veriyor. Antepliler, “biz biberi tohumuyla yeriz” düsturuyla yola çıkmış, Türkiye’nin her yerinde insanlar sokağa dökülmüş. Oysa kimse sokakta olmak için delirmiyor, ortada tek bir sebep var, sabahki yurt dışına tüymeden önceki konuşma. Gider gitmez yapılan konuşma. Konuşma be adam! Bari konuşma!

Burnu, boğazı kapatmanın vakti geldi, Beşiktaş aşığı kolluk yine Gümüşsuyu’nda yolu kapattı, yürüyenleri ikili sıkıştırıp strateji yapıyor aklınca. Hiç kimsenin tek bir olay çıkarmadığı akşamda bile bile insanları Dolmabahçe önüne taşımak istiyor. On binler varken yine bir kavga, gürültü, hengame. Bu işin parkta festivale dönüşmesine o kadar çok bileniyorlar ki, her akşam bir maraza çıkarmaları bu yüzden. Yorgunsak da ne yapmak istediklerine dair algılar açık tabii; motive olmak için fazla düşünmeye gerek yok. İki saat oturduk ya, çok bile! Yine hiçbir şey yapmadan oradan oraya sekelim, bombadan kaçalım, mis gibi yaza hallenen bahar havasını bırakıp bağıralım, çağıralım.

O da öyle demişti aynen. Abdullah da tam olarak bunu yazmıştı. Vicdansızlar tarafından canına kıyılmadan önce amacının yalnızca bu düzene ve inada direnmek olduğunu dile getirmişti. Yangına körükle giden devletin, yancısı kolluğun, uşağı valinin ve bilumum piyonun 22’sinde o güzel canını gözlerini kırpmadan alacağını tahmin ederek, Hatay’da o gece... Mavi Gözlü Dev’in ölümünün ellinci yılında, Nazım’ın ruhunun yanına doğru süzülmeden sadece birkaç saat önce...



21.02.2015

87. Oscar Ödülleri Tahminleri


İlginç bir şekilde yılın bu dönemleri sanki daha zor geçiyor. Geçen yıl Oscar tahminleri öncesi uzun bir giriş ile Gezi’den, yalandan yolsuzluktan, Emek’in yıkılmasından bahsetmiş; olmayacak senaryoların üstünde bulunduğumuz toprak parçasında cereyan edişine sitem etmiştim. “Güç” demiştim, böylesi dönemlerde Oscar’ı kazanacakları tahmin etmek için çaba sarf etmek bile hayli güç. Öte yandan aşağıdaki cümleyi ilave edip konuyu Oscar’a taşımıştım. Alttaki paragraftan öte iyiye giden bir şey olmadığına göre yine aynı hislerle ilerlemekten başka çare yok.
“Kolay dönemler değil bunlar; hep yaşanmış ya da hep yaşanacak zamanlar da değil. Daha hafızamızda yer almayan ama bir gün kesinlikle karşılaşacağımız senaryoların alt metinlerini oluşturuyoruz baskıcı bir devlet yüzünden derin üzüntüler yaşayarak belki de… Öyle senaryolar ki, Gezi’yi bize tekrar yaşatacak, bundan elli yıl sonra bugüne bakıp güçlü ve kolektif bir hikâye tasarlamak istediğinde bizden sonraki jenerasyonlar, onun en güzelini ve en gerçeğini anımsayacaklar. Zor dönemler dedik ya, işte bu zor dönemlerde ayakta kalabilmenin yolu alışkanlıkları devam ettirebilmekten geçiyor olsa gerek. Bu nedenle haliyle son derece “film noir” tadında yaşıyorken hayatı; araştırmaya, öğrenmeye, kaydetmeye ve tahmin etmeye devam etmek lazım.”

2015 Oscar’larına dair aylardan beri düşündüğüme gelince, uzun zamandır bu kadar favorisiz bir Oscar adaylık listesi görmemiştik. Her sene en azından harikalar yaratan bir filme tutunduğumuzu biliyoruz, bu sefer iyi olmasına karşın dehşet vurulduğumuz bir film bulmak hiç kolay değil. Evet, her birinin farklı özellikleri ve güzellikleri mevcut; ama yine de yıllar sonrasında ne kadar hatırlanacakları muamma. Ancak birbirine hemen hemen eş kalitede olup çok sayıda adaylık alan filmlerin arasındaki rekabetin, kampanyalar süresince hayli sıkı geçtiğini unutmamak lazım. Bu durumun ve genel havanın sürprizlere açık ve herkesi ters köşe yapabilecek sonuçlara yol açacağı gerçeği, birkaç dal dışında kesin konuşamayan bizler için emin olabildiğimiz tek nokta. Zira En İyi Film ve En İyi Yönetmen dallarında o kadar ilginç ödül dağılımları oldu ki Oscar öncesi, tüm tahminler tepetaklak vaziyette. Geçen sene olduğu gibi, kısalara dair pek söz sahibi değilim ve yine geçen seneki gibi belgesellerin bazıları hariç izlemediğim yapım bulunmuyor. Yine de, tahminlerdeki başarı oranının geçen yıldaki şekliyle, 21’de 20 olamayacağına şimdiden kendimi hazırladım. Zaten, Pazar gecesi sabahlarken tanıklık edeceğimiz gösterinin en keyifli tarafı da bu değil mi?

Not: Kış Uykusu’na Yabancı Dilde En İyi Film adaylığı vermeyenlere bir kez daha yazıklar olsun.
Not 2: American Sniper’ı bu denli baş tacı edenlere çok kez daha yazıklar olsun.

En İyi Film

American Sniper / Birdman/ Boyhood
 / the Grand Budapest Hotel / The Imitation Game / Selma / The Theory of Everything / Whiplash
Kazanacak: Birdman
Kazanması istenen: Birdman

En İyi Yönetmen
Wes Anderson (The Grand Budapest Hotel) / Alejandro González Iñárritu (Birdman) / Richard Linklater (Boyhood) / Bennett Miller (Foxcatcher) / Morten Tyldum (The Imitation Game)
Kazanacak: Richard Linklater (Boyhood)
Kazanması istenen: Alejandro González Iñárritu (Birdman)

En İyi Erkek  Oyuncu
Steve Carell (Foxcatcher) / Bradley Cooper (American Sniper) / Benedict Cumberbatch (The Imitation Game) / Michael Keaton (Birdman) / Eddie Redmayne (The Theory of Everything)
Kazanacak: Eddie Redmayne (The Theory of Everything)
Kazanması istenen: Michael Keaton (Birdman)
En İyi Kadın Oyuncu
Julianne Moore (Still Alice) / Rosamund Pike (Gone Girl) / Reese Witherspoon (Wild) / Felicity Jones (The Theory of Everything) / Marion Cotillard (Two Days, One Night)
Kazanacak: Julianne Moore (Still Alice)
Kazanması istenen: Julianne Moore (Still Alice)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu 
J.K. Simmons (Whiplash) / Edward Norton (Birdman) / Mark Ruffalo (Foxcatcher) / Ethan Hawke (Boyhood) / Robert Duvall (The Judge)
Kazanacak: J.K. Simmons (Whiplash)
Kazanması istenen: J.K. Simmons (Whiplash)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Patricia Arquette (Boyhood) / Emma Stone (Birdman) / Laura Dern (Wild) / Keira Knightley (The Imitation Game) / Meryl Streep (Into the Woods)
Kazanacak: Patricia Arquette (Boyhood)
Kazanması istenen: Emma Stone (Birdman)

En İyi Özgün Senaryo
Birdman (Alejandro González Iñárritu, Nicolás Giacobone, Alexander Dinelaris ve Armando Bo) / Boyhood (Richard Linklater) / The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson) / Nightcrawler (Dan Gilroy) / Foxcatcher (Dan Futterman ve E. Max Frye)
Kazanacak: The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson)
Kazanması istenen: The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson)
En İyi Uyarlama Senaryo
Whiplash (Damien Chazelle) / The Imitation Game (Graham Moore) / The Theory of Everything (Anthony McCarten) / Inherent Vice (Paul Thomas Anderson) / American Sniper (Jason Hall)
Kazanacak: Whiplash (Damien Chazelle)
Kazanması istenen: Whiplash (Damien Chazelle)
En İyi Kurgu
American Sniper / Boyhood / The Grand Budapest Hotel / The Imitation Game / Whiplash
Kazanacak: Boyhood
Kazanması istenen: Whiplash
En İyi Görüntü Yönetimi
Birdman / The Grand Budapest Hotel / Ida / Mr. Turner / Unbroken
Kazanacak: Birdman
Kazanması istenen: Birdman
Yabancı Dilde En İyi Film
Ida (Polonya) / Leviathan (Rusya) / Wild Tales (Arjantin) / Tangerines (Estonya) / Timbuktu (Moritanya)
Kazanacak: Wild Tales (Arjantin)
Kazanması istenen: Leviathan (Rusya)
En İyi Animasyon
The Boxtrolls / Big Hero 6 / How to Train Your Dragon 2 / The Tale of the Princess Kaguya / Song of the Sea
Kazanacak: How to Train Your Dragon 2
Kazanması istenen: The Tale of the Princess Kaguya

En İyi Belgesel
Citizenfour / Finding Vivian Maier / Virunga / Last Days in Vietnam / The Salt of the Earth
Kazanacak: Citizenfour
Kazanması istenen: Citizenfour 
En İyi Prodüksiyon Tasarımı
The Imitation Game / Into the Woods / The Grand Budapest Hotel / Interstellar / Mr. Turner
Kazanacak: The Grand Budapest Hotel
Kazanması istenen: The Grand Budapest Hotel
En İyi Kostüm Tasarımı
Maleficent / Into the Woods / The Grand Budapest Hotel / Inherent Vice / Mr. Turner
Kazanacak: The Grand Budapest Hotel
Kazanması istenen: The Grand Budapest Hotel
En İyi Makyaj
Foxcatcher / The Grand Budapest Hotel / Guardians of the Galaxy
Kazanacak: The Grand Budapest Hotel
Kazanması istenen: Foxcatcher
En İyi Görsel Efekt 
Captain America: The Winter Soldier / Dawn of the Planet of the Apes / Guardians of the Galaxy / Interstellar / X-Men: Days of Future Past
Kazanacak: Interstellar
Kazanması istenen: Interstellar

En İyi Özgün Müzik
The Imitation Game (Alexandre Desplat) / Interstellar (Hans Zimmer) / The Grand Budapest Hotel (Alexandre Desplat) / The Theory of Everything (Jóhann Jóhannsson) / Mr. Turner (Gary Yershon)
Kazanacak: The Theory of Everything (Jóhann Jóhannsson)
Kazanması istenen: The Theory of Everything (Jóhann Jóhannsson)
En İyi Özgün Şarkı
Glory (Selma) / I’m Not Gonna Miss You (Glen Campbell: I’ll Be Me) / Grateful (Beyond the Lights) / Lost Stars (Begin Again) / Everything Is Awesome (The Lego Movie)
Kazanacak: Glory (Selma)
Kazanması istenen: Glory (Selma)
En İyi Ses Kurgusu
Birdman / Unbroken / American Sniper / Interstellar / The Hobbit: The Battle of the Five Armies
Kazanacak: American Sniper
Kazanması istenen: Birdman
En İyi Ses Miksajı
Birdman / Unbroken / American Sniper / Interstellar / Whiplash
Kazanacak: Whiplash
Kazanması istenen: Whiplash

Whiplash

İnanmak başarmanın yarısı derler ama kalan yarısını nasıl tamamlayacağımıza dair kesin bir veri yok. Bunun için elimizde çeşitli metotlar, psikolojik yaklaşımlar, bolca denek, haylice kategori ve konu olsa gerek.Kiminin el emeği ve çabası, kiminin hayata şanslı gelmesi veya imtiyazlar eşliğinde daldan dala sekmesi, başarıya giden yolun kalan yarısı için gerekli araçlar olarak düşünülebilir, ancak mükemmele ulaşma isteğinin tüm bunlardan fazlasına ihtiyaç duyduğunu söylemek yanlış olmaz. Metafor dolu cümlelerin sonunda konumuzun hikâye içinde hikâyesi ile 2014’ün kesinlikle en iyi filmlerinden biri, “Whiplash” olduğunu söylemenin de yanlış bir tarafını görmüyorum, hatta sanırım tam sırası.
Girizgâha sebep olan senaryoyu biraz açacak olursak, genç bir davulcu adayının (Miles Teller) başarının ötesine geçme isteğini, bu istek uğruna New York’un ve dünyanın en iyi müzik okullarından birinin orkestrasına seçilişini ve ardından orkestrayı çalıştıran deneyimli öğretmen (J.K. Simmons) ile yaşadıklarını konu alıyor diyebiliriz. Hiçbir yerinde karışık bir argümanı bulunmayan, son derece makul, “temiz” bir özet, değil mi? Böyle düşününce konunun melodrama kayma ihtimalini göz önünde bulundurmalı. Üstelik konusu itibariyle devamlılık yaratmak da çok kolay olmayabilir senaryoda, bu da epey olası. Filmi izlemeden bu çıkarımları yapmak kadar normal bir şey yok, özellikle birkaç cümlelik bir özete denk geldiyseniz, tıpkı benimki gibi. Ama film bittiğinde hisleriniz çok başka yerlerde olacak, bunu temin edebilirim, çünkü karşımızda başarının sınırlarını zorlayan ve mükemmele ulaşan bir Damien Chazelle var!
29 yaşındaki bu genç adamın öyküsü, girişteki “hikâye içindeki hikâye”yi oluşturmakta.  Chazelle, Whiplash’i çekmek için ihtiyacı olan bütçeyi bulamayınca 18 dakikalık kısa film versiyonuyla 2013’te Sundance’a gider ve ödülü kapar. Ödül, Sony Pictures Classics tarafından uzun metraj için sağlanan bütçe olur ve Miles Teller başrole geçer. Üç hafta bile sürmeyen çekimlerde Chazelle aklında ne varsa uygular ve ortaya kusursuza yakın bir yönetmenlik performansı ve çok iyi bir yapım çıkar. Tıpkı filmin ana karakteri Andrew’un hedefi gibi, hedefine ulaşması gibi… Aslında kendi hikâyesini de bir gün Whiplash tadında çekerse Chazelle, eminim, o filmde de etkileyici bir performans görebiliriz. Çünkü hepimiz biliriz ki, asıl büyük kazanımlar böyle uğraşlar sonunda elde edilir.
Dolaysız senaryonun harika bir filme dönüşmesindeki kilit noktaları sıralamazsak, uğraşın ödül avcısı bir filme nasıl evrildiğini anlatmamış oluruz. Her şeyden önce, senaryonun yol açabileceği tehlikelerin hiçbirini filmde bulmayacağınızı garanti edebilirim. Zira aksiyon filminde olmadığı kadar gerilim, melodramda olmadığı kadar gerçekçi psikolojik travmalar, birçok kalburüstü filmde göremediğimiz boyutta soluksuz bir kurgu/akış biçimi, caza doyduğumuz melodiler ve harika bir son ile bütünsel bağlamda eksik yanı neredeyse bulunmayan bir yapım var karşımızda. Full Metal Jacket’a yapılan atıflar, kesinlikle doğru bir benzetme. Chazelle, Miles Teller’a ve J.K. Simmons’a kariyerlerindeki en başarılı oyunculuk deneyimlerini sağlayadursun, bütün bunları ilk filminde yapan ve henüz otuzunda olmayan bir adam olarak kendine de hayran bırakıyor. Hani cidden “insan gerçekten hayret ediyor”. Andrew’un davulu hocasının istediği gibi çalabilmek için verdiği uğraşta ellerini kanatması, J.K. Simmons’un dev bir oyunculukla Oscar’ı hak etmesi kadar gerçekçi. Hatta gerçek. Tıpkı öğretmen Fletcher’ın tokadı bastığı anın da “gerçekten” çekilmiş olması gibi. Büyük olasılıkla üç haftadan az süren çekimler süresince tüm ekip salt oyunculuk sergilemekle kalmayıp bu filmi gerçekten yaşamış, hikayenin sahici bir parçası olmuş.
Miles Teller’ın performansı muhakkak etkileyici. Kendisinden beklenen bir ivmeydi, gayretkeş kişiliği onu daha iyi yerlere de getirecektir. Ama Hollywood’un en sevdiğim aktör tiplerinden olan cefakâr J.K. Simmons’un “bu karakter bundan daha iyi yansıtılamaz” dedirten sıradışı oyunculuğu ayakta alkışa, övgüye ve Oscar’a değer. Film başlı başına donanımlı ama bu iki ismin birlikteliğinden çıkan sinerji Whiplash’i hiç unutulmayacak filmler arasına taşıyor.
Golden Globe’dan Sundance’a, Toronto’dan BAFTA’ya, hatta Cannes’a kadar yığınla adaylık ve ödül alan Whiplash, 2014’ün en iyi filmleri arasında çoktan yerini aldı. Son olarak, bu hafta içinde Oscar’da En İyi Film, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Ses Miksajı kategorilerinde tam 5 adaylıkla başarısını perçinledi.
Oscar’dan ödülle döneceğine gönülden inanan biri olarak, bunun arkasında yatan şeyin, başarının tasdiki anlamına gelecek Oscar ödülü bile olmadığını görebiliyorum. Tüm bu perdenin arkasında genç bir yönetmen adayının iki yetenekli oyuncuyu yanına alıp bu yaşta eksiksiz bir sinema şöleni sunması yatıyor. Bu öyle büyük bir şey ki, alt metninde hissedilen sadece başarı üstü bir durum olabilir; “mükemmeli başarmak”. Bu hissin herhangi bir heykelden ya da ödülden daha fazla hazza sebep olduğunu düşünmek gerekiyor. En nihayetinde, hak edilen başarıya hakkını vermek de biz izleyicilere düşüyor.

27.10.2014

Deux Jours, Une Nuit

Bir kâğıt parçasının insan onuru üzerinde etkisi nedir? Ya da şöyle sormalı: ayakkabı kutuları ile taşınan para mı, yoksa kaybedilen iş sonrası uğrunda hakkıyla savaşılan para mı daha değerli? Bu uğurda oy için dilenmeyi göze almak mı onurlu, yoksa vazgeçip kendini dilenci konumuna sokmamak mı? İnsanların hayatına ve yaşayışına dokunan çıkarlar bencil karar almayı gerektirir mi; aksine insanın işini kazanması o ikramiyeden yeğ mi?

Dardenne kardeşler yine çok can alıcı bir noktadan yakalıyor izleyiciyi. Türlü vicdan, onur, hak-hukuk muhakemesinin içinde olanca berraklığı ve kusursuz senaryo ile çok derinden bir iş çıkarıyorlar. Böylece Filmekimi sayesinde izleyebildiğimiz “Deux Jours, Une Nuit” her anlamda ders niteliğinde olmayı hak ediyor. Kendilerine Cannes’da Altın Palmiye adaylığı sağlarken Marion Cotillard bu yılın en sahici performanslarından birine imzasını atıyor.

Senaryo çok temiz ve anlaşılır aslında. Sandra (Marion Cotillard) geçirdiği ruhsal hastalık sonrası eski işine geri dönmek ister. İki çocuk sahibi çiftin (koca rolünde Fabrizio Rongione var) çeşitli masrafları göz önüne alındığında zorunluluk arz eden bir istek bu. Ancak Sandra’nın gidişinden sonra işin 17 değil, 16 kişi ile de yapılabildiğini gören patron ve yaveri Sandra’nın dönüşünü istemez ve çalışanlar üstünde baskı kurar. Yine de, adil biçimde yapılacak bir oylama sonucu çalışanlar ya Sandra’nın dönüşüne “evet” diyeceklerdir ya da “hayır”ı seçip ikramiyelerini almaya devam edeceklerdir. Film ise oylama öncesi Sandra’nın tek tek hepsinden oy istemeye gitmesine, tüm çalışanların yüzüne bakıp bir nevi “dilenmesine” odaklanıyor.

Tipik bir Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne yaklaşımı olarak, yapımın her saniyesinde gerçekçilik had safhada ve büyüleyici. Öte yandan, yakın plan başrol çekimleri ile Marion Cotillard’ın yanında yürüyormuşsunuz hissini yakalamak az rastlanır cinsten. Buna bir de, Marion Cotillard’ın hafızalara kazınacak oyunculuğu girince empati yapmak hayli kolaylaşıyor. Çünkü konu tam çetrefil yumağı… Bir tarafta Sandra’nın kovulmasını istememek vicdani açıdan ağır basarken öte yandan ikramiyeden olmak hayatı zorlaştıracak mühim bir unsur. Bir yanda çalışanlar için “evet” diyeceklerin olduğunu öğrenmek vicdanı daha da sarsarken, aynı zamanda Sandra’nın yaşadığı onur zedelenmesi kalp kırıcı, üstelik onun hassas dengesini intihara sürükleyebilecek kadar tehlikeli.

Tüm film boyunca ikili diyaloglardaki bu yüksek tansiyonu vicdanınızın uğultusunu eksik etmeyerek yaşıyorsunuz. Sandra’nın her bir çalışanı ziyaretinde başka bir davranışa tanık olup vicdan denen o ince kabuğun kişiden kişiye nasıl değişebildiğini (belki biraz da kendi başınıza gelse ne yapardım değerlendirmesi eşliğinde) sorguluyorsunuz. Dardenne tarzı farklı bir son ile içsel ve işsel mevzular bir yere güzelce bağlandığında ise Sandra’nın yüzündeki tebessüm ve ferahlıktan en hakiki mürşidin ne olduğunu sakince hatırlıyorsunuz. Çünkü eser bunu son derece nazikçe yapıyor.

Neredeyse hiç dallanıp budaklanmayan bir senaryonun bu kadar leziz bir filme dönüşmesinde aslan payı Dardenne kardeşlerin olabilir, buna bir lafımız yok; lakin Marion Cotillard’ın soluk benzinin üstüne çenesinin titrediği, gözlerinin ferinin söndüğü, vücut hareketlerine ve yürüyüşüne dahi depresif bir hava verebildiği muhteşem performansını yabana atmak çok ayıp olur. İçinde bulunduğumuz yılın en iyi aktris performansına tanık olduğumuz bir gerçek.


İkilem hayatın her alanında, hatta her günümüzde var. Verdiğimiz kararların doğruluğunu/yanlışlığını idrak havuzumuzda vicdanımız elverdiğince tartabiliyoruz. Elbette ki, bunu her birimiz ayrı şekillerde yapıyoruz. İşte tam olarak bunu anlatıyor film. Bazen mutlak doğru ya da mutlak yanlış olmayabiliyor bu dünyada. Ama çeşit var, farklılık var, herkesi etkileyen başka hikâyeler var. İyilik yapmak belki çok zor değil, doğrunun peşinde koşmak bir yaşam biçimi dahi olabilir; peki zor anlarda kişinin kendinden vazgeçip başkası için o iyiliği yapabilmesi bunun neresinde kalıyor? Bunu yapmak doğru mu her zaman; kendini ve ailesini etkileyebilecek kararları iyilik, doğruluk, haklılık, haksızlık; hangi düzlemde vermeli, verir insan? Hassas oldukları kesin. Ama üstünde düşünmek de mutlaka dikkate değer. Tüm bunların ışığında sıkı bir vicdan muhakemesine ve kesinlikle iyi bir film izleyeceğinize hazır olun, yeter.

22.09.2014

13. Filmekimi için Öneriler

Sonbahar, yaz sonrası oluşu ve melankolik yapısıyla çoğu insan tarafından pek sevilmez. Ancak İstanbul’da yaşıyor ve sinema ile ilgileniyorsanız Eylül’ün başından itibaren yeni bir heyecan dalgasına kapılma şansına sahipsiniz. Öyle ki, dokuzuncu aya girildiğinde Filmekimi’nin programı belli olmaya başlamış, her sene kendini aşan bir liste ile bizlere ulaşan bu nefis etkinlik için geri sayımlara girilmiştir. Tüm yaz vasat filmler nedeniyle geriye dönük tematik çalışmalar yapan sinefiller için zaman özellikle Cannes ve Venedik Film Festivalleri’nde boy göstermiş önemli yapımları izleme zamanıdır. Bu yıl 13. kez düzenlenecek olan Filmekimi, önceki yıllara benzer bir yaklaşım ve hayli özenle seçilmiş bir liste ile büyüleyici bir hafta vaat ediyor.

43 filmin gösterileceği etkinliğe dair tamamıyla bireysel on filmlik bir liste hazırladım. Açıkçası her çalışan birey gibi, ben de sayısız filme gidemeyeceğimden öncelikli olarak mutlaka izlemek istediklerime yer verdim. Liste içerisindeki filmlerin çoğuna sinema ile ilgilenen insanların “mutlaka görülmesi gereken filmler” planlarında rastlamanız olası. En kişisel tercihim ise, iyi/kötü kaygısından uzak bir şekilde ve hiç düşünmeden ilk sıraya yazdığım Jean-Luc Godard yapımı. Godard’ı hiç tanımıyorsanız başka bir film seçmenizi önerebilirim. Şayet tanıyorsanız “La Nouvelle Vague” ile dünya sinemasına yön verenlerin başında gelen 84 yaşındaki büyük üstadın hiçbir saniyesini kaçırmamanız gerektiğini zaten biliyorsunuzdur.

Listede bunun dışında bir diğer usta Mike Leigh’in Cannes’da Timothy Spall’a “En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü getiren “Mr. Turner”ı; Dardenne kardeşlerin ödülü kazansalar işin suyunu çıkarmalarına sebep olabilecek, neyse ki Altın Palmiye adaylığıyla yetinen “Deux Jours, Une nuit”i; Roy Andersson’a Altın Aslan’ı kazandıran ve son dönemin en çok konuşulan filmlerinden biri “En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron” yapımı da var. Bu arada Berlinale’de Altın Ayı adaylarından Kreuzweg’i özellikle senaryosundan ötürü çok merak ediyorum. Yine, Afrika sinemasının önemli isimlerinden Sissako’nun Timbuktu’su, Tom Hardy’li “The Drop”, Cannes’da epey beğenilmiş “Force Majeure”; güzel insan Richard Linklater’ın “Boyhood”u da kaçırılmayacak filmler.

Son olarak, hayatımda izlediğim en iyi film “Vozvrashchenie”nin yaratıcısı Andrey Zvyagintsev’in “Leviathan”ı da program dâhilinde ve aklımıza çoktan kazındı bile. Godard baba alınmasın ama festivalde bir filme gitmek gibi saçma bir zorunluluğum olsaydı, tercihim kesinlikle Leviathan olurdu.
13’ün uğursuzluğuna dair inancı köreltecek kadar efsanevi bir seçki ile Filmekimi’ni hazırlayan herkese teşekkür etmek lazım. Ama asıl şükranlar “goes to…” etkinliği Rexx’e getiren yüce insanlara!

  1. Adieu Au Language (Dile Veda)
  2. Leviathan
  3. Kreuzweg (Çile)
  4. Deux Jours, Une Nuit (İki Gün, Bir Gece)              
  5. En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin)
  6.  Timbuktu
  7. Mr. Turner
  8. Boyhood (Çocukluk)
  9. The Drop (Kirli Para)
  10. Force Majeure (Turist)

PS: Filmekimi geçen sene %99 doluluk oranıyla tıklım tıkış noktasına geldiğinden bu filmlerin hepsine bilet bulamazsanız “plase”lerimiz de hazır; merak etmeyin :)

9.09.2014

Fargo (FX - 2014)

Dr. Strangelove’un kilometre taşı kabul edildiği kara komedi türünü alıp sıra dışı bir noktaya taşıyan ve doğrusunu söylemek gerekirse bu janrın kavuğunu devralan iki adamın (yekpare oldukları da düşünebilir) yaptıkları kusursuz işlerden biriydi Fargo. Çok başarılı bir kara mizah türeviydi. Bundan tam on sekiz yıl önceydi. Efsanevi The Big Lebowski’den iki yıl evvel, Dr. Strangelove’dan otuz iki yıl sonra… Kafamız karışmaya başladı değil mi? Evet ise, harika. Coen biraderlerden bahsederken biraz allak bullak olmanın kimseye zararı yok; aksine bir nevi terapi gibi bir şey bu, iyi hissettiren. Brecht’in devrim niteliğindeki “epik tiyatro” kuramı üzerinden gerçekleştirdiği, ülkemizde Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular’da devam ettirdiği, Stanley Kubrick’in “en belirgin örnek” olarak sinemaya taşıdığı, Monthy Python’un ise gönüllere taht kurmasına temel oluşturan terimden söz ediyoruz.  Herkese iyi geliyor; çünkü fazla ciddiye alınan dünyada aslında fark edilmeyen ne saçmalıklar olduğunu görüyoruz tüm çıplaklığıyla. Kafamız karışıyor; çünkü absürt mü gerçek mi, kolayca özümseyemiyoruz. Coen biraderleri, filmlerini düşündüğümüzde, bundan mütevellit söz konusu türün bayrak sallayanı sayıyoruz.

Fargo, 1996’da düşük bütçesine rağmen bembeyaz Minnesota’dan çıkardığı kapkara komediyle dünyayı sallayınca Coen biraderler Barton Fink (1991) aracılığı ile girdikleri Akademi kapısından En iyi Senaryo ve Joel Coen’in müstesna eşi Frances McDormand’ın uzandığı En iyi Kadın Oyuncu heykelcikleri ile ayrılmışlardı. Ancak ödülden ziyade özgünlük dolu sinemaları ile o günlerden bu zamana hem “black comedy”nin üstatları hem de “auteur” kavramının nadide örnekleri oldular. Fargo benzeri çok sayıda yapım vasıtasıyla tebessüm sebebi sayıldılar. İşbu filmi, dilek ve temenniler köşemizin başlangıç noktası saymamız da bu yüzden. Barton Fink’i unutmak olmaz elbette ama Fargo’nun adı geçince Minnesota’da akan sular dururmuş. Öyle değil mi? Belki de. Buzun hemşehri sayıldığı yerde şu cümlenin geçerliliğini sorgulamayınız efendim. Coen kardeşler Fargo’nun başında “1987’de yaşanmış gerçek olaylara dayanmaktadır” deyip seyirciye yalan söylerken kızmıyorsunuz, buna da kızmayın.

2014’e geri döndüğümüzde karşımıza bir Fargo daha çıktı. Daha doğrusu FX, Coen kardeşlerin Fargo’sunu diziye dönüştürecek projesinden bahsetti. Bahsettiği an yer yerinden oynadı. Çoğunluk bunun yapılamayacağını, filmin tüm büyüsünün bozulacağını, Steve Buscemi’nin yine mi öleceğini sorguladı, kurguladı, durdu. Steve Buscemi’nin rol almayacağı açıklanınca bir ölüm vak'asından kurtulduğumuz için sevindik. Ama işin ilginci, Coen'lerin eserinden bahsederken kaç ölümden hangisine sevinebilirdik? İşin başına çok sayıda yapımcı geçeceği açıklandığında değil, yapımcıların arasında Coen biraderlerin de olacağını duyunca rahatladık. Senaryo canavarı Noah Hawley bölümleri yazacak dendiğinde, beklentimiz artmaktaydı. En nihayetinde, voleyi büyük oyuncu Billy Bob Thornton ile çaktıklarında artık neyle karşılaşacağımızı üç aşağı beş yukarı biliyorduk.

İlk sezonu on bölümden oluşan, ikişer bölüm olmak üzere beş yönetmen tarafından çekilen, Lorne Malvo namlı ruh hastası karakterin (Billy Bob Thornton), Martin Freeman tarafından canlandırılan Lester Nygaard ile Minnesota’nın kendi gibi beyaz, küçük kenti Duluth’ta karşılaşmasını ve mantık sınırlarını zorlayan sayısız cinayeti konu alıyor dizi. Süresi itibariyle karakterlere derinlik getirme fırsatını kaçırmazken Coen tarzı sükûneti kaybetmeden kara komedinin dibine vuruyor. Gerçeğin elinden tutup gerçek dışılığın peşinde sürüklüyor. Yetenekli Allison Tolman’ı sinema dünyasına sunuyor, Breaking Bad’in “Better Call Saul”unu Cast’ında barındırıyor. Tipini sevdiğimiz Adam Goldberg de var dizide, bir başka efsane Keith Carradine de. Hatta Tom Hanks’in yeteneksiz oğlu Colin Hanks bile var.

Dizi birinci sezonu süresince film Fargo’ya çapraz kurguyla bağı varmış gibi hissettirse de, farklı bir senaryo ile karşı karşıyayız. Öte yandan, sahne ya da kurgu benzerlikleri izleyiciye sevimli bir aidiyet hissettirmekte. Bilhassa başrollere yazılan sahne ve diyaloglar Coen işi kara komediye çok uygun ve epey başarılı. Her ne kadar kendileri senaryoda ya da yönetmenlik koltuğunda bizzat bulunmuyor olsalar da, ekibin Coen tarzını tökezlemeden yansıttığını söylemek lazım. Billy Bob Thornton, Martin Freeman ve Allison Tolman üçlüsünün dikkate değer performansları üzerinden dizi ilk sezonu itibariyle çıtayı çok yükseğe koymayı beceriyor.

Her biri elli üç dakikadan on bölüm. Düşünmesi bile kulağa hoş gelmiyor mu? Ya siz değerli okuyucu, Fargo’yu ve Coen kardeşleri sevdiğiniz halde bu diziyi hala izlemediniz mi?

Kusura bakmayın ama böyle tuhaflık Coen filminde bile olmaz. İkinci sezonunda yepyeni bir senaryo ve yeni oyuncularla dönmeden önce kendiniz için bir iyilik yapın. Sonrasında Emmy ile çoktan başladığı (En İyi Dizi ve En İyi Yönetmen) ödül serüvenine dair tahminlere birlikte göz atarız.  

3.09.2014

20.000 Days on Earth

Brighton serin, kasvetli ve yağmurlu… Sonsuzluğu kucaklayan Pier’i, ara sokakları, sakin yokuşları ve müthiş manzarası ile insanı büyülemek için fazlasıyla iyi bir dekor. Nick Cave’in burayı niye çok sevdiğini defalarca Brighton’da kalmış biri olarak anlayabiliyorum. Çünkü herkesten çok Nick Cave için biçilmiş bir dekor burası. Müziğinden kişiliğine tam anlamıyla uyuyor.

Yaşamının yirmi bininci gününe kurgulanmış yirmi dört saati belgeselleştirmek nasıl bir duygudur? Hele karşınızdaki istediğinde görünmezi oynayabilen ve böyle aksiyonlara pek gelemeyen Nick Cave ise. Muhtemelen birçok kişi için çok ilginç kayıtlar ortaya çıkardı. Ancak Jane Pollard ve Iain Forsyth işi konvansiyonel belgesel çekiminden öyle farklılaştırmışlar ki, izlediğinizin yalnızca bir belgesel olmadığını kolayca görüyorsunuz. Üstelik Richard Ayoade filmlerinin kadrolu görüntü yönetmeni Erik Wilson’ın katkısıyla görsel açıdan da derinlik kazandırmışlar. Belgeselin toparlanmasında en zor kısım ise Jonathan Amos’un. Gerçeklik, duygu ve mit içeren öğeleri başarıyla montajlamış.

Uyanan, ilgi çekici odasında yazı yazan, oğluyla Scarface izleyen, grubuyla çalan, Warren Ellis ile öğle yemeği yerken geyik yapan, Ray Winstone ve Kylie Minogue’la dönüşümlü araba turuna çıkan Nick Cave’i derin (psikoanalitik) bir röportaj üzerinden bizlere anlatıyor film. Arka planda birbirinden harika melodiler kulağımızda çınlayadursun, biz hafif melankolik ama fazlasıyla nostaljik bir yolculuğa eşlik ediyoruz. Kylie Minogue’un şoförlüğünü yaptığı esnada camda oluşan buğunun, Nick Cave’in hayatının ve elbette filmin ana metaforuna dönüşmesi subliminal bir seyahate kapı açarken Melbourne’de bulunan Nick Cave Arşivi’nde 20.000 günden kesitler izliyor, üstadın müzikal geçmişinin ne denli köklü olduğuna tanık oluyoruz. Almanya’daki Birthday Party kaydından tutun da, sevenleri için daha bir sürü tarihsel hazine. Fotoğraflara bakıp hikâyeleri hatırlaması ve anlatması şaşırtıyor tabii. Ama sıra dışı işler yapan başarılı insanların daha kuvvetli hafızalara ve anılara sahip olmasına hayret etmiyoruz.

Böylesine iyi kurgulanmış ve çekilmiş bir düzlemde Nick Cave’i, cümlelerini, hayatını ve en çok da zihin yapısını derinden görmek için daha iyi bir fırsat olamazdı herhalde. Doğaçlama ile mistik havanın birbirine karıştığı, Nick Cave’in doğasına en yakın ortamın yaratıldığı bu çok özel çalışma sadece onun hayatında önemli bir yer edinmeyecek, belgesel kategorisinde yaratıcı bir eser olarak da yerini alacaktır. Şimdilik kazandığı Sundance ve İstanbul Film Festivali ödüllerinden bu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz.

Filmin ardından, resme büyük pencereden bakıldığında, konunun sadece Nick Cave olmadığını duyumsamak da pek olası. Tam bir Rock star perspektifine sahip muhteremin açık sözlü ifadelerinden yola çıkıp içsel bir yolculuk yapılabilir ya da kreatif ruhun hayata nasıl yansıdığı/etki ettiği üzerine kafa yorulabilir.

Nick Cave’in de fiziken bir insan olduğunu hatırlayıp, öte yandan ruhunun hayata değdiği noktaları başarılı bir dram-gerçeklik-mistisizm harmanında kavrayabilme şansı her zaman gelmez. Brighton’ın insanı küçücük gösteren engin denize bakıp izlediklerinizin ne kadarının hayal ürünü, ne kadarının ilham ürünü ve ne kadarının hayat ürünü olduğunu irdeleme imkânını kaçırmayın. 

16.08.2014

Gençliğimize dadanan adam: Robin Willams

Depresyonda olması, iki kez bağımlılık tedavisi görmesi (hiç tam olarak atlatamadı) işin magazin tarafını çok heyecanlandırıyor olabilir ama dün sabah uyandığında haberi alıp yalnızca kalbi sızlayan ve ölümün nasıl gerçekleştiğinden ziyade kaybın büyüklüğüne odaklanan insanlar için çok önem arz etmiyor. Hatta intihar ettiği söylemi gerçekse bile, buna daha önce birçok kişi için söylediğimiz “ah be abi!” yaklaşımı dışında bir eleştiri getirmek zorunda da değiliz. Karşımızdaki dünyanın en komik birkaç adamından biri olduğuna göre, bırakalım sebebinin “depresyon” mu başka bir şey mi olduğuna dair açıklamayı magazin sevdalıları yapsın. Biz saymakla bitmez çalışmalarına, kişiliğine, hepimizin hayatına nasıl temas ettiğine odaklanalım. Çünkü Robin Williams, sinema-televizyon tarihinin başına gelen en güzel şeylerden biriydi.
Çocukluğundan itibaren kendini gösteren doğuştan taklit yeteneği ve pratik zekâsı, Robin Williams’ın izleyeceği rotayı aşağı yukarı erkenden belirlemişti. Juilliard’da tiyatro eğitimi almaktayken, hocalarına eğitime gerek olmadığını söylettirecek kadar üstün bir yetenek söz konusu olan. Kendisi de çok vakit kaybetmeden, 1975’te, 24 yaşında gece kulüplerinde stand-up’a başlar haliyle. Kısa sürede doğaçlama yeteneği, taklit kabiliyeti ve uçsuz bucaksız kişiliğiyle dikkat çeker. Kendisinin tüm dünyada tanınmasını sağlayacak Mork&Mindy’le televizyona balıklama geçiş yapar. Öylesine deli dolu bir adamdır ki, sürekli metnin dışına çıkar ve mütemadiyen doğaçlamaya yönelir. Prodüktörlerin türlü uyarıları sonuç vermeyip üstüne bir de ilgi daha da artınca büsbütün coşar, coşturur. Adeta gerçekten başka bir gezegenden gelmiş gibidir! Bundan sonrası peşi sıra gelir, her komedinin aranan adamı olmuştur.
garp
82’de başrolünü oynadığı The World According to Garp üzerinden drama kabiliyetlerini de gözler önüne serer. TV dizileri ve komedi filmleri arasında gidip gelirken sonraları hep hayatının bir kenarında tutacağı (taklit edeceği) keyifli Rus karakteri Vladimir Ivanoff’u Moscow on the Hudson (1984) filminde oynar. Geriye dönüp bakıldığında Robin Williams’ın niye tüm dünyada bu kadar sevileceğinin ilk izlerini bu filmde bulmak mümkündür. Gediklisi olacağı Altın Küre ödül törenleriyle de bu vesileyle tanışmış olur. Komedi-drama alanında kendine yer edinmeye başlamıştır. 86 yapımı Seize the Day vasatı geçemez ama Williams’ın drama performansları arasına bir artı olarak yazılacaktır. Sadece bir yıl sonra artık kült yapım ve performanslara sıra gelir. Vietnam üzerine yapılmış en harika işlerden biri olan Good Morning, Vietnam (1987) ve radyo açılışındaki bağırışı Robin Williams’ı tüm dünyaya açar, kendisi de Altın Küre’de ödülleri toplarken Oscar adaylığıyla da tanışmış olur.

Ara sıra TV dizilerinde birkaç bölüm, kimi filmlerde “uncredited”, ya da seslendirme olarak sektör için çalışmaya devam eder. 89’da kült filmlerin babalarından Dead Poets Society’de muhteşem bir performans sergiler. Film Oscar adaylıklarına damga vurur, bunlardan biri de John Keating rolüyle Robin Williams’ındır. Ancak yapıt yalnızca senaryo ödülüyle törenden ayrılır. Üstat için pek sorun yoktur, zira artık akıllara kazınmıştır. 90’da harika biyografik film Awakenings’de Robert de Niro’ya nefis bir yardımcı rolle eşlik eder, bunu Altın Küre adaylığıyla taçlandırır (boşuna gediklisi demiyoruz). Bütün bunların yanında vasat ötesi komedilerde yer almaktan kendini alamaz, sanki zihnini bu sayede boşaltıyor gibidir. 91’de bir başka kült film The Fisher King’le karşımıza çıkar. Tahmin edileceği üzere, yine büyük bir oyunculuk sergiler. En sevdiğim filmi diyebileceğim Terry Gilliam eserinde Jeff Bridges’la olağanüstü işler çıkarır. Ödülü yine bir Oscar adaylığıdır, Akademi üçüncü kez kazandığı “en iyi oyuncu” adaylığını yine heykele çevirmez. Aynı yıl Spielberg’in Hook’unda Peter Pan olur, izleyiciyi, özellikle çocukları büyüler. Ardından çeşitli filmlerde seslendirmeler yapar. Bu, onun bir başka uzmanlık alanıdır, bunu 1992 yapımı Aladdin’de o kadar yüksek seviyelere taşır ki, seslendirmesine Oscar adaylığı alıp almaması tartışılır! Hatta Spielberg, Schindler’s List’i çekerken psikolojik açıdan dağılan ekibin moralini yükseltmesi için Robin Williams’ı gün aşırı çağırır ve kahkahalara en çok sebep olan karakteri Aladdin’dir.

Schindler’s List’in dünyayı gözyaşına boğduğu dönemde oyunculuğunda çığır açan bir karakteri, yaşlı bir dadıyı canlandırır (Mrs. Doubtfire – 1993). Söz konusu performans, sahip olduğu karakter çeşitliliğine en iyi örneklerden biridir. 94-95’i tekrar cameo, uncredited, seslendirme, TV dizilerinde ve filmlerinde rollerle geçirir. Fıtratında inziva diye bir şey söz konusu değildir çünkü. Üstelik henüz tüm hünerlerini sergilememiştir. 95’in sonlarında Jumanji’yle oyunun içinden çıkan karakteri çocukların hem korkulu rüyası, hem en büyük merakı olur. Sonunda merak korkuyu bastırır ve 96’nın Kid’s Choice ödüllerinde en çok sevilen aktör seçilir! Seslendirmeleri olsun, oyunculuğu olsun; tüm çocukların en sevdiği adam olmayı her zaman iyi bilmiştir. 96’da hasılat rekoru filmlerinden, Fransız La cage aux folles (1973)’ten uyarlama The Birdcage’de gay bir gece kulübü sahibini başarıyla oynar. Aynı yıl Kenneth Branagh’ın kült uyarlaması Hamlet’te çok istediği Osric rolünde yer alacaktır. 97’de birkaç tuhaf komedinin yanı sıra Woody Allen’in neredeyse bir beni oynatmadığı Deconstructing Harry’sinde küçük bir rol alır, aynı sene yetmez Friends’in bir bölümünde de boy gösterir. Ama o yılın asıl performansını, nefis film Good Will Hunting’de ortaya koyar ve üç kez “en iyi aktör”de alamadığı Oscar heykelciğini, bu sefer “En İyi Yardımcı Aktör” ödülüyle kucaklar. Özlü sözlerle dolu kariyerine bir tutam “quote” da bu filmle serpiştirecektir.

image03
Bir yıl sonra, What Dreams May Come ile bizlere cennetin kapılarını aralarken hepimizi duygudan duyguya sürükler. Onun dediği her şeyin doğru olduğunu kabul edecek kadar güveniyoruzdur Robin Williams’a, tebessümle anlattığı hikâyelerin gerçek olduğunu kanıksamamız hiç zor olmaz. Fantastik öğeleri, itimadımız üzerinden gerçek kılmaktadır sanki. Aynı yıl bu sefer Patch Adams karakteriyle doktorların en harikası olarak beliriverir ekranda. İnsanları güldürerek tedavi edebileceği iddiasıyla… Filme karşı çıkanlar olur, ancak seyircinin Robin Williams’a güveni bir kez daha sonsuzdur.
patch
1999’da Yahudi bir bakıcıyı, ardından bir androidi, 2002’de fotoğraf obsesifi mutsuz bir teknisyeni canlandırır. Tümü vasat üstü filmler olarak değerlendirilebilir. Christopher Nolan’ın Imsomnia’sında Al Pacino ile birlikte oynar. Yakın arkadaş olan ikili, sonunda bir filmde birlikte oynama şerefine erişir. 2004’te Final Cut ve House of D gibi ilgi çekici filmlerle kariyerine devam eder. 2006’da Man of the Year ile ABD başkanlığına yürür, aynı yıl Night at the Museum’da yer alır. 2007’de hatırı sayılır başarı yakalayan August Rush’ın Maxwell Wallace’ı, 2009’da dünyanın en harika babasıdır (World’s Greatest Dad). 2011, 2012, 2013’te de portföyüne birçok yapım ekler. Salt içinde bulunduğumuz bu yılda rol aldığı iki film vizyona girdi ve yakın zamanda seyirciyle buluşacak üç yapımı daha bulunuyor. Son yolculuğuna çıkmadan önce tek seneye beş yapım bırakabilecek kadar bağlıdır işine.

37 yıl süren kariyerinde 100’den fazla yapımda yer alan Robin Williams, bir Oscar ödülü, üç Oscar adaylığı, altı Altın Küre ödülü, altı Altın Küre adaylığı olmak üzere 54 ödül kucaklar. Juilliard’dan hocası John Houseman, idolü Jonathan Winters’in kendisine gösterdiği yolda sadece ödül kazanmakla yetinmez; tüm dünyanın saygısına, sevgisine ve güvenine sahip olur. Hollywood’un en aranan aktörü olması onu seçici yapmaz, hayatının her döneminde herkesin yardımına koşan bir sinema emekçisi gibi davranır. Hollywood’un Yeşilçam’ı olsa kıraathaneye ilk onun portresi asılır.

robin-williams-cover-ftr
Farklı topraklarda/kültürlerde yaşamış kuşaklara öyle etki etmiştir ki, yalnızca aktör olarak değil, belli bir döneme ait hikâyelerin ve anıların içinde adı geçer. Çünkü kiminin çocukluğuna, kiminin ergenliğine, kiminin yetişkinlik bunalımlarına arkadaş olmuştur. Doğuştan sahip olduğu tebessümü, bin bir çeşit karakterin içine girebilmesini sağlayan müthiş oyunculuk yeteneği, hayatı ve insanları algılayış biçimiyle adını sinema tarihine altın harflerle yazdırmıştır. Ancak bunu sadece sinemaya indirgemek onu doğru anlamamıza engel olabileceği gibi, kendimize ve anılarımıza da haksızlık olur. Çünkü hepimizin hayatından, en azından bir kesitinden parçadır Robin Williams. Herhangi bir rolünün altında, üstü tozlanmış da olsa güzel bir anı yatar; hatırlayıp gülümsemek ise bize düşer.

Bir sanatçı için sonsuzluğa yürümenin bundan daha güzel bir yolu olabilir mi?

Güle güle Mork, gezegendekilere bizden selam söyle!

17.07.2014

Michael Haneke'den Kent Üçlemesi - Duygusal Buzlaşma Üzerine

Sizi çok rahatsız eden ve bitmek bilmeyen bir sahne düşünün. Ne olursa olsun, insana ve insanlığa güvenmek zorunda oluşumuzla hayata devam edebildiğimiz gerçeğine tutunmak isteyerek bu sahnenin devamında sizi mutlu edecek şeyler hayal etmekte serbestsiniz. Hayal etmelisiniz de… Bu hayal, insana yabancılaşmanız karşısında en önemli gücünüz. Hayal gücünüz şuanda meraka dönüşmüş durumda olsa da. Bu sahne sona erdiğinde muhakkak bir nedenle bağdaştırılacaktır, inanıyorsunuz. Yoksa yıkım olabilir, yıkım olmasa da bir şeyler sarsılacak, o güç sizi insandan uzaklaştıran bir alan kazanacak. Bunun kendinize yabancılaşmak olmayacağını nasıl iddia edebilirsiniz ki devamında? Ama o sahne uzun, o sahne yorucu ve o sahne artık bir sonrakini merak ettiremeyecek kadar sarsmış durumda sizi.

Michael Haneke, ki sinemanın başına gelen en harikulade varlıklardan birisidir, işte sizi tam olarak buradan yakalamayı amaçlıyor. Viyana Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldıktan sonra tiyatroyla ilgilenen ve oyun yazarlığı yapan, akabinde televizyon filmlerinde yönetmenlikle devam eden Haneke, 46 yaşında ilk filmini çektiğinde başarıyor bunu. “Kent üçlemesi” daha sonra yazıya başlığını veren bir kavrama evrilecek ama sözü geçen üç filmde de anlatmak istediği mesel bu felsefeyi içeriyor. Gerçeğin içinde yaşarken gerçeklik duygusunu kaybeden insan…

Üçleme süresince 2. Dünya Savaşı sonrası orta sınıf burjuvazisine ait hikâyeler izliyoruz. İnsanın para kazanmak uğruna makineleştiği, yaşamayı bir “görev” algılayıp olabildiğince tepkisiz sürdürebildiği, “toplumsal huzur”un bozulmaması adına duygu yoksunluğu içinde mantık devreleriyle hareket ettiği bir platformda bulunuyoruz. 90’lı yılların zihnimizde canlandırdığı imgeden farklı bir görüntü söz konusu değil. Üçlemenin hiçbir noktasında yaşama dair “aykırılık” bulunmuyor toplumsal bağlamda. Hatta çoğu noktayı günümüzle kıyaslamak, ister istemez ortaya koyulan bir refleks olarak görülebilir. Ancak bu denli sıradanlaştırmaya da gerek yok, çünkü üçlemeyi kapsayan retrospektifi Londra’da bir festivalde gösterilmeden önce izleyiciye “Size huzursuz seyirler dilerim” demişliği var Avusturyalı yönetmenin.

Birinde tipik bir aileyi, bir diğerinde benzeri bir ailenin ergen oğlunu, üçüncüsünde ise aynı sınıftan çok sayıda aile ve karakteri birlikte hikâyenin ana öğesi seçen yönetmen, tüm filmlerde önce gerçekliği mevcut berraklığıyla izleyiciye sunuyor. Müziğin kullanılmadığı atmosferde uzun planlardan anlam çıkarmaya çalışırken dahi sıkıntıyla dolan izleyiciyi ise her filmde bir kırılma noktası bekliyor. Kırılma noktalarının uzunluğu değişken; kiminde sonu getireceğini, kiminde geçip gittiğini hissedebiliyorsunuz. Bu hissi yaratmak yönetmenin en sevdiği alan; çok sayıda siyah ekran ile plan ve sahnelerin aniden bölündüğüne eşlik ediyorsunuz. Ardından kırılma noktalarının getirisi bir sonla buluşacaksınız. Gerçekliğin içinde bir an için gerçeklikle olan bağınızı yitirmeniz son derece olası, ayarlarınızla oynamayın, çünkü hepimizde var olan ayarlarla Haneke zaten o an oynuyor.

“Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler”in yönetmeni, gerçeklik duygusunun yitirilmesini elbette ki sadece insan doğasına bağlamıyor. Biraz evvel sözünü ettiğim II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan fazlasıyla mekanik yaşam biçimi, kapitalist düzen, siyaset ve medya üzerinden ağır bir toplum eleştirisini içinde barındırıyor. İnsanı masum kılma gayesi olduğunu söylemek doğru olmaz ama tek suçlunun insan olmadığını biliyor. İnsan, bu noktada kimi sebepler yüzünden ortaya çıkan bir kaza, bir olamamışlık. Şiddetin doğallığını sorgulamaktan uzak bir beton yığını… Seyircinin tepesine çökmesine ramak kalmış bir sistem piyonu. Saraybosna’da yaşanan soykırımı, Türkiye’nin doğusunda gerçekleşen terörü, bir okul baskınını, Ortadoğu’nun kanayan yarasını bir ana haber bülteninde istifini bozmaksızın yemek yerken izleyebilecek kadar “insan” olmaya uzak bir varlık.

Böylesi bir yapıda ortaya çıkabilecek bir çöküş ya da bu yapının kendini dışa vururken göstereceği şiddet çok mu absürt? Hayır, değil. Gerçeklik hissini yitiren ana karakterlerin tümü aslında dünyada yaşanmış, yaşanmakta olan ve yaşanacak şiddetin, bunun doğallığının, duygusal buzlaşmanın; bunların sonucu olarak kötülüğün meşrulaşmasının tipik örneklerini sunuyor. Üçlemenin ortak noktası haber bültenlerinden kesitler barındıran sahnelerin günümüzde daha da şiddetli ve duyarsız olmadığını söylemek mümkün mü? Peki, bunları izlerken bizim halet-i ruhiyemiz filmlerdeki karakterlerden çok mu farklı? Veyahut insan üçlemedeki karakterlerden daha iyiye mi gitti, daha mı vicdanlıyız, daha mı onurluyuz? Sanmıyorum. O halde izlerken ense kökümüze kadar gerilmemize sebep olan hikâyeler bizi niye bu kadar rahatsız ediyor? Düpedüz gerçek oldukları için mi, yoksa gerçek olduklarını kabul edemeyecek kadar korkak olduğumuz için mi? Kabul edersek din, toplum, siyaset, bilumum amaç ve araç topyekûn çökebilir endişesi yüzünden mi ya da? Sahi, filmlerde bile yüzleşemiyor olabilir miyiz kendi gerçekliğimizle?

İzleyin, kendiniz karar verin sevgili okuyucu. Kimilerinin dediği gibi, "Haneke izlemek her babayiğidin harcı değildir" tarzı kibirli bir yorumda bulunmaktan çok uzağım ama değerli sanatçının üçlemeyle başlayan ve yakın çizgide devam eden filmografisinin tüm parçaları, şiddetin doğallığı ve insanın duygusal buzlaşması üzerine kurduğu felsefe ile bana hayli gerçek geliyor.

Söz konusu filmler;
Der Siebente Kontinent (The Seventh Continent) - 1989
Benny's Video -1992
71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (71 Fragments of a Chronology of Chance)  - 1994

2.06.2014

Gezi Parkı Yazı Dizisi - 2 Haziran

Mehmet’in canına kıyacaklar, Ali İsmail’i öldüresiye dövecekler…

Sabahın körü. Ağrıdan, sızıdan tutmayan bacaklara güç gerekiyor. Uyumam lazım, her gün saatlerce ayaktayım. Ayakta olmak yeter mi hiç; kim bilir yine hangi bilinmez sokaklara kaçacağım, nerelerde düşeceğim. Henüz “duran adam” değiliz, daha keşfedemedik; biz tepkisini “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye tepinerek gösterenleriz. Bir de üzerinize afiyet, gaz yemeyi iyi biliriz. Gaz yedikten hemen sonra sigara yakabiliriz mesela. Talcid adam olur, sokakları arşınlarız; fişeklerinizi size geri atmaya bile can atmayız. Dün katil olmuştunuz, bugün seri katil olacaksınız…

Bir ağacın tepesindeyim. Ağaca tırmanma konusunda hiç başarılı bir çocukluk geçirmediğim halde, Gezi motivasyonundan olacak, bir ustalık, bir daldan dala sekmeler, maşallahım var. Yukarıda bir kedi, kamera zum yapınca anlıyorum, ben bu ağaca onu kurtarmaya çıkmışım. Yaklaştıkça kaçıyor, alıp indireceğim, uzanamıyorum. Artık gidilebilecek bir yer yok, hamle yaparsam düşebiliriz. Zararsız olduğuma neden sonra ikna oluyor, bırakıyor kendini. İsabet oldu sevgili kedi, yoksa buradan düşünce senin dört ayağının işe yarama ihtimali de pek zayıf. Avucuma aldığım anda yüzümdeki tebessüm donuyor, bakışlarım boşluğa düşüyor. Bu çok normal, çünkü ben düşüyorum. Kafamı kaldırdığımda düşme sebebimi görüyorum, yüzünde benim tebessümüme eşlik etmeyen iğrenç bir sırıtış var. Kafasında bir kask… Bir çevik tarafından uçuruma atılmışım. Direniş kaidelerine hâkimim. Kaskın numarasını alayım diyorum en azından, öbür dünyada lazım olur hani. Bu dünyada alsan da bir şey olmuyor zaten. Kaskı çıkarsan peruk takıyor, saatlerce dövdün desen “kendimi savundum” diyor. Nasıl uğraşacaksın ki şeref yoksunuyla, böylesinden vicdan beklenir mi? Uyanıyorum. Gözümü açmak gerçeği hatırlamamı ya da en azından uyanmamı sağlayacak. Kabusun da üniformalıya denk geleni dertmiş, onu anlıyorum.

Bir çelişki söz konusu bugün… Beşiktaş, Dolmabahçe, Akaretler sabah sakinliğinde; sahil tarafı silme çevik yine ve biliyoruz akşama karışacak ama Gezi’de çadırlar kuruldu, kütüphane için kitap toplanıyor, festival gibi programlar hazır. Şiirler, forumlar, şarkılar, konserler… Benzersiz bir dayanışma. İnsan zinciri yap, herkes elindekini yanındakine versin, bu şekilde sadece dünya kadar malzemeyi değil, insanlığı da taşıyabilirsin güzel kardeşim. Polisin olmadığı, valinin hüküm sürmediği yerde sevgi yeşeriyor, insanlık yüceliyor. En karşıt gruplar bir araya gelmiş, aralarında adeta anlayış ve tevazu yarışması düzenleniyor. Tüm siyasi fraksiyonlar kırmış zincirlerini, yan yana. Olası saldırıya karşın taraftarlar anlaşmış; Çarşı Gümüşsuyu’nu, Fenerbahçeliler Talimhane’yi, Galatasaraylılar İstiklal’i tutuyor. Gerisi şenlik, kutlama, zaferin tadını çıkarma. Ama bir başıboşluk yok, herkes her şeyin farkında. Ayrılıyorum Gezi’den, çünkü Beşiktaş yine karıştı, bu sefer daha da şiddetli. Sanırım toptan semti yok edecekler, biber gazı dışında bomba da atarlar mı, katil seri katil olmak istiyor, ant içmiş, elinde değil. Korunmasız çıktığım ilk günden sonra dandik bir maske ile noktaladığım günlerin  aksine, bugün başıma ne geleceğini bilmediğim için ya da gelmeyen bir fişeğin gelebileceğini düşündüğüm için motosiklet kaskı takıyorum. Kıyafetimden kaskıma dek bugün tam bir Robocop’um. Bir şey yapacağım da yok, yine biraz bağırıp fazlaca kaçacağım. Ben şiddetin durmasını istiyorum. Şiddete şiddet katmak değil. Yere düşen birkaç kişiyi polis kapmadan ben kaldırmalıyım. Lojistik Robocop’u olarak vazifemi ifa edeceğim efendim.

Bu akşam yediğimiz gazın yoğunluğu bazı sınırları aştıklarını göstermek için yeterli. Tarifsiz bir saldırı var ve fakat daha da kalabalıklaşıyor insanlar. Beşiktaş sadece bir semt değil, kalplerde eşsiz bir aşk. Bunu bilmiyor polis, saldırdıkça geri kaçmak zorunda kalması bu yüzden. BJK Plaza’yı geçemiyorlar, bir otobüs boyu barikat kurulmuş, sanırım topyekûn temizliğe giriştiklerinde görkemli bir törenle yıkacaklar. Önlere yakın bir yerde dururken çok şiddetli bir reaksiyon geliyor polisten, nereye kaçacağımı şaşırıyorum, kask başıma bela oluyor, doğru düzgün koşamıyorum. Şair Nedim’e dalmışım, fark etmez, şu aradan tüyerim yukarı, bunlar buraları bilmezler. Bütün Beşiktaş aşağı inmiş resmen, balkonlarında olanlar müthiş bir tepki halinde polise karşı. Oysa onların umurunda değil, arenaya çıkmış gladyatörün tribünleri duymamasına eş bir konsantrasyon yaşıyorlar. Öyle ki, gördüğüm manzara bugüne dek bizzat yaşadığım en acı tecrübe. Bir tekel bayii… Tam karşısında eğilmiş ve gaz tüfeğini dik şekilde tutarak dükkân içinde sıkışmış insanlara ateş etmek üzere bir polis. Binalardaki insanlar çığlık çığlığa. Yapma! Biraz sonra toplu katliam yaşanacak. Kendimi kaybedercesine koşmaya başlıyorum. “Yapma” diye bağırıyor herkes, kendini kaybedercesine bir şey yapmasına ramak kaldı adamın. Yapma! Karşıdan da koşanlar var, o anda anlıyor ne olduğunu, canı tatlı geliyor, kaçıyor ara sokaktan ve kayboluyor. Olacak iş değil bu... Hafızada kalırsa delirtir, hissizleştirir insanı. Gidiyoruz, ağlaya ağlaya çıkartıyoruz içeride kalanları. Evin orası farklı değil. Sokaklarda yatanlar, acı çekenler, bağıranlar. Akaretler’e geri geliyoruz, apartman kapısını açık bırakmak müebbetengiz bir yardım ve yataklık suçu. Her yer gaz, her yer bağırış, polis destansı bir şiddet şöleni sunuyor. Bir temaşadan çok, canhıraş bir hayatta kalma hali aslında. Sağda solda kalan kim varsa alıyoruz eve. Polis anlamasın diye fotoselli lambanın ampulünü söküyoruz. Ev bir cafeden çok, hücre evini andırıyor andırmasına; lakin içerideki insanların birçoğu siyaseti ilk kez tanıyor. Saatler böyle geçiyor. Eve gir, çık, bağır, diren, yaşama tutun. Direnişin kendisi zaten yaşamaya çalışma mücadelesi. Durmak yok, mücadeleye devam. Bir bakıma yaşamaya devam. Gezi’de şenlik, burada katliam… Aşağıda camiye girenlere bile gaz atanların artık hiç durmayacaklarını biliyoruz. Halk TV canlı yayını yokuşu gösteriyor stüdyosundan, “biz demin burada mıydık?”, inanamıyoruz.


Ona da inandırmayı başarıyorlar ama. Mehmet’in canına kıyıyorlar, Ali İsmail’i öldüresiye dövüyorlar. Sağ kalmak mesele olmaya başladı çapulcu arkadaşım, ürkmekte haklısın. Karşımızda gözünü genç insanların kanı bürümüş bir seri katil var.